Aynı nakarat... Hep aynı nakarat... Ve meydanlar her zaman dolu şakşakçılarla :)
9 Temmuz 2014 Çarşamba
ÖLMEZ AĞACIN İNSANLARI İÇİNDİ HERŞEY...
İzmir'den Çanakkale'ye uzanan yol üzerinde Ayvalığa yaklaştığınızda zeytin ağaçlarının oluşturduğu bir denizin içinde bulursunuz kendinizi. Her yer uçsuz bucaksız zeytindir.
Yaz mevsimi eğlencelidir bu yol. Bir yanda denizin mavisi bir yanda zeytin ormanlarının yeşili...iki rengin dansını izlersiniz. İnsanın içini mutluluk kaplar. Çoğunun aklına, bu yollardan geçerken küçük de olsa bir zeytinlik sahibi olmak hayali takılır.
Yaz iyidir de kış geldi mi romantizm yerini acımasız gerçekliğe bırakır. Yol boyunca ardı ardına dizilmiş traktörlerin römorklarında zeytini adam eden işçileri görürsünüz.Sabah ayazında yanlarından geçerken gözünüzün içine baktıklarında o iki rengin dansının bir bedeli olduğunun farkına varırsınız.
-2 derecedir hava, buz keser , üzeri açık bir römorkta insanlar zeytine gitmektedirler.Sahibi oldukları bahçelere değil, günlüğü 30-35 liraya ırgatlık için yola çıkmışlardır. Çoluk çocuk, sıkış tepiş traktörün ardında yollara dökülürler. Kucağında sarıp sarmaladığı bebesini taşıyan anneler için hasat vaktidir.
Bu yollarda gelip giderken bir bıçak hep dağladı beni kanattı o gözlere baktığımda.Fotoğrafta böyledir, keskin bir bıçağın teninize değdiği andır ,gelip geçen zaman içinde hiç çıkmayacak izler bırakır. Öyle olsun istedim, bu anlar fotoğraflanmalıydı. Ölmez ağacın insanlarının ardında fotoğraf makinasıyla geçen zamanımın başlangıcı da bitişi de aslında bu noktadır.
Ertaç'la sabah Zeytin'in yollarında, onun insanlarının fotoğraflarını çektik ,en soğuk sabahlar en güzel fotoğrafları verdi.
ZEYFOD bünyesindeki arkadaşlarımızın da katkılarıyla bu fotoğraflardan bir gösteri oluşturduk.
Eleni Karaindrou'nun müziği mükemmel uyum sağladı fotoğraf kareleriyle. The Weeping Meadow ve Adagio onlar için bestelenmişti sanki. Duyguların hiçbir zaman değişmediğini , tüm insanların duygusal anlamda, zaman - mekandan bağımsız aynı duyguları paylaştığını ve aynı dili konuştuğunu karşı kıyıdaki bu sesi içimize katarken bir kere daha anladım.
İKİNCİ PERDE ; TUNCEL KURTİZ...
Tuncel Kurtiz'le tanışıklığımız birlikte çalıştığımız meslekdaşım,ağabeyim Diş Hekimi Özkan Arıkantürk sayesinde oldu.Yıllardır süregelen dostluklarına beni de kattı.Aynı masada sohbetlerini dinleme fırsatım oldu, tedavilerini yapmakda.
Ölmez ağacın insanları fotoğraf gösterisi ortaya çıkınca Özkan beyle aramızda konuştuk Tuncel beyin sesi bu gösteriye dahil olabilir miydi ,katkı yaparmıydı sesiyle?Kendisine durumu anlattı,hep bir mütevaziliği vardı kendisinin, getirin bir göreyim demiş. Çamlıbel köyündeki Zeytinbağı oteli onundur. Fotoğrafları ve müzikleri sırtlandık gittik yanına. Başlangıçta biraz çekimser davrandı kendisi ancak gösteriyi izlettiğimizde çok etkilendi.
Fotoğraflardaki haykırışı gördü, hiç unutamıyorum fotoğrafları gördükten sonraki o duyarlı tavrını. Bana bir hafta verin bir metin hazırlayacağım bunun için dedi.Yanına bir dahaki gidişimizde eşi Menend hanımla birlikte hazırladıkları metini okudu bizlere, video çekimlerini yaptık.
Çok sıcak bir gündü, çekimleri yaparken alnından akan terle Tuncel abi nasıl ciddiyetle okudu o metnini görmeğe değerdi. Yaşadığı, çocukluğunun geçtiği topraklara bir vefa borcuydu,insanlıktı,aydın sorumluluğuydu.Alın teri, zeytin emekçileri ve Tuncel abi bir araya gelip harman oldu o gün, onun eşsiz sesinin eşliğinde.
Gösterinin son halini gönderin bana demişti,çevremdeki insanlara göstermek istiyorum insanlarımı. Ne yazık ki çok kısa bir süre sonra bu çalışmanın son halini göremeden hayata gözlerini yumdu...
Ölmez Ağacın İnsanları zeytinden çok onun emekçilerini anlatır.
Şimdi ne kaldı derseniz bunca emeğin ardından,
Traktör sırtında
Madenlerde
Tersanelerde
Sokak köşelerinde
Gözlerdir, içinize bakan
Bir çift göz
İnsan...
Sadece odur kalan.
7 Haziran 2014 Cumartesi
Yolun uzun...
Üzerine kusuyorlar
Yok sayıyorlar
Yalnız hissetmeni istiyorlar
Yol uzun...
Ama her adımda biraz daha yaklaştığın aydınlık
Her adımdaki o kalp çarpıntısı
Her geçen an
Güneşi sana
Seni güneşe yaklaştırıyor
Şu an
Aslında O an...
5 Haziran 2014 Perşembe
GEZİ'NİN ÖPÜLESİ RUHU İÇİN...
DEVRİM TELEVİZYONDAN YAYINLANMAYACAK
Evde kıçının üstünde oturmayacaksın dostum
Ekranın karşısına geçip ayaklarını uzatamayacaksın
Uyuşuk uyuşuk oradan oraya zaplamayacaksın
Reklamlar başlayınca bira almaya koşturamayacaksın
Çünkü devrim televizyondan yayınlanmayacak...
Devrim televizyonlardan yayınlanmayacak
Devrimin ana sponsoru general motors olmayacak
Reklamsız dört bölüm halinde sunulmayacak
Devrim dudaklarına seksi bir kıvrım kazandırmayacak
Devrim selülitlerinden kurtulmanı da sağlamayacak
Devrim bir ayda on kilo verdirmeyecek, ince göstermeyecek seni
Çünkü devrim televizyondan yayınlanmayacak...
Senin ve dostunun resimleri olmayacak
Bir market arabasını sokakta iterken gösteren
Ya da renkli bir televizyonu çalıntı bir ambulansa sokmaya çalışırken
CNN kazanan partiyi saat 8:32'de tahmin edemeyecek
Ya da 29 bölgeden canlı bağlantı yapamayacak
Aynasızların yoldaşlarını vurması son dakika haberi olmayacak
Çünkü devrim televizyondan yayınlanmayacak...
Kuzey güney, Seinfield ve Ally Mcbeal
Artık hayatımıza bu kadar cuk oturmayacak
Kadınlar Sex And The City'de Samantha'nın kimle yattığına aldırmayacak
Çünkü tüm zenciler daha aydınlık bir gün için sokağa dökülecek
Çünkü devrim televizyondan yayınlanmayacak...
Saat 11′de haber özetleri verilmeyecek
Jackie Onassis'i burnunu silerken gösteren resimler olmayacak
Devrim haberi beyaz bir kasırga, beyaz bir yıldırım ya da
Beyaz insanlarla ilgili haberlerden sonra gelmeyecek
Yatak ondandaki güvercini, su depondaki kaplanı ya da
Tuvaletindeki gulyabaniyi kafana takmana lüzum yok
Devrimin tadı Coca-Cola'yla daha iyi gitmeyecek
Devrim ağız kokularını yok etmeyecek
Devrim seni şöför koltuğuna oturtacak
Nasyonal-sosyalist (Nazi) Almanya’nın korkunç gizli polis örgütü Gestapo, 1942 sonbaharında giriştiği kapsamlı operasyon sonucunda, bir“casus ve hain şebekesini” açığa çıkardı. Sovyetler Birliği’ne casusluk yapan komünist bir yer altı teşkilatı olarak “deşifre” edilen bu yapıya, evinde telsiz cihazı bulunan bir piyanistten ötürü, Kızıl Orkestra adı verildi. Savaşın ortasında, bütün muhalefet tasfiye edilmişken, totaliter rejim propaganda ve baskı aygıtıyla kimseye göz açtırmazken, küçümsenmeyecek yaygınlıktaki böyle bir “şebeke”nin varlığının öğrenilmesi, Hitler’i çok öfkelendirmişti. Kızıl Orkestra’nın elli kadar mensubu derhal idam edildi.
Kızıl Orkestra, Nazilerin yenilgisinden sonra da öyle bilindi: Komünistlerin yönetiminde, Sovyetler Birliği’ne hizmet eden bir casus şebekesi. Bu takdim, Soğuk Savaş’ın anti-komünist ortamında, Kızıl Orkestra’nın itibarsızlaştırılmasını, unutturulmasını beraberinde getirdi. “Komünistlik”yaftası, “vatan hainliği” imasının zehrine de bulanıyor, böylece bu anti-Nazi direnişçiler neredeyse ayıplanıyordu. Almanya toplumunun büyük çoğunluğunun,“sıradan insanların” Nazi rejiminin zulmüne, Yahudi soykırımına ses çıkarmamış,dahası itaat etmiş ya da en azından bilmezden gelmiş olmasıyla yüzleşmeyi engelleyen bir tepkiydi bu. Bu cesur insan topluluğunu “casus” diye itibarsızlaştırmak ve yok saymak, “kimse bir şey yapamadı, zaten yapamazdı”bahanesini güçlendiriyordu.
Oysa Kızıl Orkestracılar, casusluktan fazlasını yapmışlardı.Aralarında komünistler de vardı ama son on yılda ortaya çıkan yeni bilgiler ortaya koyuyor ki, çok sayıda başkaları da vardı: Solcular, demokratlar, liberaller, Hıristiyan muhafazakârlar ve belirli bir politik kimliği olmayan insanlar… Meslek sahibi seçkinler, entelektüeller, sanatçılar da vardı, küçük memurlar, işçiler de. Onları bir araya getiren tek saik, Nazilere karşı “birşeyler yapmak”tı. Elden ne gelirse, ne yapabilirlerse - bir şeyler yapmak.Şayet bir programdan söz edilebilirse, Kızıl Orkestra’nın yazılı olmayan programı, insan onuru ve vicdanıydı.
1930’ların ortalarında bir arkadaş çemberinde oluşan ilişki ağı, merkezsiz bile denilemeyecek kadar dağınık bir şekilde yayıldı. Birkaçıdışında illegal örgütlenme tecrübesi olmayan bu insanlar, el yordamıyla, herkesin sadece işbirliği yaptığı arkadaşlarını tanıdığı, ötesini ise merak etmediği ilişkiler kurdular.
Bu ilişki ağı, Yahudileri, komünistleri, takibat altında olan başkalarını sakladı. İstihbarat toplayıp Nazilere karşı savaşan devletlere aktardı. Anti-Nazi manevî direnci canlı tutacak ufak tefek bir şeyler yapmaya çalıştı. Evet, “ne olursa olsun, bir şeyler yapmak”tı dert.
Kızıl Orkestra’nın en çok bilinen şahsiyetleri, Arvid Harnack ve Harro Schulze-Boysen’dir. Arvid Harnack, Markist bir iktisatçıydı.Uzun süre yurtdışında bulunduğu ve bilimsel faaliyetlerle uğraştığı için politik kimliği saklı kalmıştı. Ekonomi Bakanlığına girdi, 1937’de ‘mahsus’Nazi Partisi’ne üye oldu ve epey yükseldi. 1942’ye kadar Sovyetler Birliği’ne ve Batılı müttefiklerine, Almanya’nın cephe gerisine ilişkin istihbarat raporları yolladı. Harro Schulze-Boysen ise, muhafazakâr aristokratik bir aileden geliyordu ve gençliğinde Nazi hareketine katılmıştı. Ancak Nazilerin iktidara geldikten sonra yaptıkları, onu tereddütlere sevk etti, giderek Nazizmden koptu. Alman Hava Kuvvetleri karargâhında görev alan Schulze-Boysen, Nazi karşıtı müttefik cepheye düzenli askerî bilgiler aktaracaktı.
Yaptıklarının “casusluktan” ibaret olmadığını söyledik. Etkisi belki mütevazı, ancak insanlık onuru ve vicdanı adına yüksek değer taşıyan işler de yaptılar Kızıl Orkestracılar. 1942 Ocak’ındaki bildiri eylemi, önemli bir örnektir. Altı sayfalık bildirinin başlığı “Almanya’nın geleceğine dair kaygılar gitgide Alman halkını sarıyor” idi. Almanya’nın savaşıkaybetmekte olduğu söyleniyor, Nazi rejiminin korkunç işkenceleri, cinayetleri, insanlık dışı tedhişi hatırlatılıyor ve insanlar boyun eğmemeye çağrılıyordu. Bildiride söylenenler, Kızıl Orkestracıların hareket saiklerini de özetler:
“Alman halkı biliyor ki, gün gelecek; tarih önünde, dünya önünde ve bizzat kendine karşı bu olanların sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kalacaktır... Varsın, hakikati arayacak takatten yoksun olanlar hiçbir şey yapmadan dursun... Savaşı uzatan her gün, tarifi imkânsız yeni acılar ve kurbanlara yol açmaktan başka bir sonuç doğurmuyor.”
“Halkın çöküşe varmadan kurtulmasının tek ön koşulu, itaati ve istenen yükümlülükleri yerine getirmeyi reddetmektir… Herkes, bugünkü devlet ondan her ne istiyorsa aksini yapmanın derdine düşmelidir… Sokak köşelerinde yine kuyruk beklemek zorunda kaldığınızda, giderek daha yüksek sesle protesto edin. Her şeye rıza göstermeyi bırakın, kendinize emrettirmeyin. Kendinizi daha fazla ezdirmeyin. Nazi üniformalıları, aşağılayan bakışlarınızla cezalandırın! Halkın canilerden ve gammazlardan ruhunun ta derininde tiksindiğini hissetmelerini sağlayın onların! Kış yardımı adı altına para toplama kampanyasıdenen saçmalığa katılmayı artık bırakın! İktidardaki rejime yapılacak her kuruşyardım, savaşı uzatacak ve sefaletimizi derinleştirecektir! Düşüncelerimizin ve duygularımızın uyuşturulmasına son verelim artık.’’
“Bildiri eylemi” deyip geçmeyin; Nazi rejimi altında, olağanüstü zor bir işti bu.
Dikkat çekmemek için Berlin’de bir dişçinin muayenehanesinde toplanıyorlardı. Üç kişiydiler: Dişçi, bir müzisyen ve sekreterlik yapan bir kadın. Kâğıt hem zaten kıttı hem de toplu alımlar kuşku uyandıracağından, ihtiyaç duyulan kâğıtlar, değişik yerlerden az miktarlarda toplanarak bir araya getirildi. Başka bir şehirden teksir makinesi temin ettiler. Telefon rehberlerinden ve başka kaynaklardan rastgele çıkarılan binlerce adrese, yine değişik postanelerden, teker teker postaladılar bildiriyi. Mektubun ulaştığıadresler arasında “sıradan insanlar” yanında, üst düzey Naziler de vardı.Bildiri elbette infiale yol açtı, Gestapo (gizli devlet polisi) aylarca iz sürdü.
“Etkisine” bakıldığında mütevazı denemeyecek bir başka eylemden söz edelim: Ortaokul ve lise öğrencileri iki kız kardeş, Cato ve Mietje van Bek’in yaptıkları. Okula giderken banliyö trenine bindikleri istasyondan, düzenli olarak mahkûm ve savaş esirlerini taşıyan trenlerin geçtiğini fark edince, “bir şeyler yapmaya” karar verdiler. Üç arkadaşlarıyla beraber, tutuklu ve esirlerin boşaltılıp nakledildiği istasyonları keşfettiler. Kalabalığın arasından götürülüyorlar, insanlar bu geçenlere yokmuş gibi davranıyordu, zaten “yabancılar ve suçlular”la her türlü temas, bizzat tutuklanma nedeniydi. Sonraki günlerde küçük kızlar, trene yetişmek üzere koşar gibi yaparak veya orada eğleşiyor pozu takınarak tutukluların ellerine, ceplerine bir şeyler sıkıştırmaya çalıştılar: Bir dış fırçası, bir elma. Verecek hiçbir şey yoksa, cesaret dileyen, moral veren sözcükler karalanmış bir kartpostal. Veya bir çiçek… “Manevî destek vermek,insan sıcaklığı sunmak” diye açıklayacaklardı sonraları, yapmak istedikleri şeyi.
Mektupla bildiri eyleminin faillerinden biri, müzisyen Helmut Roloff’tu. Tutuklandı ancak tutarlı ifadeleri ve biraz da talihinin yardımıyla, idam edilmeden kurtuldu. Oğlu Stefan Roloff, savaştan sonra evlerinde Nazilerden ve “bu işlerden” hiç konuşulmadığını hatırlıyor. Hatta babasının son derece dakik ve disiplinli yaşantısına ve “Alman” soğukluğuna baktığında, onu da Nazilere yıllarca itaat ederek utanca ortak olan “tipik Alman”lardan biri olarak görüyordu. Babasının, vicdanının sesini dinleyerek bu zillete karşı “bir şeyler yapmak” için fedakârlıkları göze almış birisi olduğunu, çok sonraları öğrendi ve kendini Kızıl Orkestra’nın bilinmeyen yönlerini aydınlatmaya adadı. 2002’de yayımlanan kitabında, babasının ve onun tanıdığı ve tanımadığı arkadaşlarının yaptıklarını, “medenî cesaret ve insan haklarından yana tavrın” timsali olarak tanımlıyor.
Evet, Nazi hava kuvvetleri karargâhında “casusluk”yapan üsteğmen Schulze-Boysen de bütün hayatı müzik olan kendi halinde bir adamken insanlık dışı bir rejime karşı bir bildiri eylemine girerek (ayrıca evinde telsiz cihazı saklayarak) canını tehlikeye atan piyanist Helmut Roloff da, yürekleri pır pır ederek, istasyonun karşı tarafındaki dik dik bakan şu siyah şapkalı adam, acaba Gestapo’dan mıdır, diye ödleri koparak, toplama kampına sevk edilen bir tutsağın eline bir kartpostal, bir dal çiçek tutuşturmak, “insan sıcaklığı sunmak” için fırsat kollayan o kız çocukları da insanlık onurunun vicdanının timsalidirler.
Şu an Amerika’da yaşayan sanatçı, İran’ın Kazvin şehrinde doğmuş ve 17 yaşına kadar doğduğu ülkede büyümüş. Yüzü Batı’ya dönük bir orta sınıf aileden gelen Neshat, babasının çocuklarını Avrupa’da okumaları için teşvik ettiğini söylüyor. O dönemde Şah Rıza Pehlevi’nin yönetiminde olan İran’da Batı oldukça ciddi bir çekim gücü oluşturmuş. Amerikalılaşma eğilimi ekonomik alanda olduğu kadar sosyal alanda da üst orta sınıf ailelerin yaşam biçimlerinde kendini göstermiş. Çoğu aile çocuklarını Avrupa ve Amerika’da eğitime gönderme arzusu taşımış.
Sanatçının Kazvin'de doktor olan babası tarafından rahat bir ortamda yetiştirilmesi feminizm ile tanışmasına aracılık eder ilerideki sanat yaşamında bu etkinin izlerini görmek mümkün.
Batılılaşma arzusu doğrultusunda Tahran’da yatılı bir Katolik okuluna yazdırılan Neshat sıcak aile ortamından sonra bu yerin kendisine soğuk ve itici geldiğini söylüyor.Buradaanorexia hastalığına yakalanan sanatçının hayatında kısa süreli yatılı okul deneyimi kötü bir anı olarak kalacaktır.
Neshat17 yaşındaAmerika’ya gider ve University of California Berkeley’de Master of FineArts derecesine kadar yükseleceği bir eğitim hayatına başlar .
Okulu bitirmesinin ardından New York’a yerleşir ve sanat hayatında önemli etkiler yaratacak bir mekanda çalışmaya başlar. Manhattan’daki Storefrontfor Art and Architecture adlındaki kurum çok farklı sanat akımların eserlerini bünyesinde barındırıyor ve sürekli yeni çalışmalara ev sahipliği yapıyordu.Neshat ,bu ortamda oldukça deneyim sahibi oldu.
Shirin’in hayatındaki belki de en önemli dönüm noktalarından biri İran İslam devriminin 12 yıl sonrasında ,1990 yılında İran’a dönüşüyle yaşanacaktır. Amerika’da gördüğü eğitim ,yaşam standartları ve gençliğinde ülkesinde yaşadığı deneyimlerin ardından İran’ınbugünkü gerçekliği kötü bir değişimi yüzüne vuracaktır.İdeolojinin günlük yaşama bu derece yansıdığı bir ülkeyle ilk defa karşılaşmaktadır Neshat.İnsanların fiziksel görünümlerinde ve sosyal davranışlarında çok radikal bir farklılaşma vardır,gençliğinin geçtiği İran artık eskisi gibi değildir.
Bu travmatik etki altında Amerika’ya dönüşüyle, 1993-1997 dönemini içine alan kesitte fotoğraflarından oluşturduğu Women Of Allah forograf dizisi çalışmasında ilk ciddi sanatsal çıkışını yapar.
Bu fotoğraflarda asi, savaşçı ama bir o kadar da anaç bir kadın vardır.İran’da devrimin itici gücü Şii kültürüdür, Shirin Neshat, İran İslam devriminin en çarpıcı simgesi olan bu militan Şii kadın kimliğini temsil eden peçeli ve silahlı kadın fotoğraflarının üzerine İranlı kadın şair Forugh Farrokhzad ile Tahereh Saffarzadeh’ın şiirlerini resmetmiştir.
İslam’da kadının açıkta kalması serbest olan yüz ,el ve ayaklar bu şiirlerle süslenir.Ancak bu fotoğraflarda kadın’ın aynı zamanda cezbedici ,pitoresk ,erotik bir yanı da vardır…insani bir yan.Bu önemli bir kontrast oluşturur fotoğraflarda . Herşeyi dualite yani karşıtlıkların birliği olarak görüyorum diyor Neshat.Evren paradoksal olarak;yaşam-ölüm ,iyi-kötü,güzellik-şiddet,doğu-batı döngüsünde yoluna devam ediyor.
Allah'ın Kadınları fotoğraf serisinde bir yandan silahlı bir kadının görüntüleriyle karşı karşıyayız ancak bir yandan da bu kadının vücut dili ve bakışlarında itaatkar,hüzünlü, duygusal bir duruş var.
Untitled adlı fotoğraf bu karşıtlığı oldukça net veriyor.Oğlan çocuğu (Neshat'ın oğlu) çıplak olarak vücudunun güzelliği ile sergilenmekte ,üzerinde çizilmiş desenlerle kendini ortaya koymaktadır.Çocuğunun elinden tutan anne (kadın) ise arkasındaki beyaz fon ile tam bir karşıtlık oluşturan adete siyah bir boşluktan oluşur.Erkeğe tanınan bedensel özgürlüğe karşın kadının bedeninin ötekileştirilmiş,yok sayılmış,gizlenmiş varoluşudur fotoğrafta görülen.
“Ben Batı’da aldığım eğitimi, yetiştiğim ve içimde taşıdığım kaynağımla birleştiriyorum. Benim söyleyecek çok sözüm var. Batı’da aldığım eğitim de benim, bir Doğulu olarak Batı’ya ulaşmamı sağlıyor, onlara Doğu’yu anlatabilmemi, Batılı olmamı değil ” diyor sanatçı.
Shirin Neshat, Batının oryantalizminden rahatsız olacak kadar Doğulu ,Doğunun kadını öteleyen erkek egemen,otoriter yapısını kabullenemiyecek kadar da Batılı aslında.
Çalışmalarımda İran’daki yaşamım ve aldığım eğitimin önemli bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum.Ömer Hayyam,Firdevsi gibi büyük ustaların eserleriyle büyüdüm,uzun yıllar Batıda yaşamış olmama rağmen estetik ve duygusal anlamda Batı’nın dışında kalıyorum diye vurguluyor..
Shirin Neshat'ın son filmi Women Without Men (Erkeksiz Kadınlar).''Tobaa'' yani kutsal kitaplarda yer verilen cennet bahçesi merkezine kurgulanmış olan son filmi WomenWithout Men (Erkeksiz Kadınlar )(ZananBidun-i Mardan) sanatçının.
İran edebiyatının muhalif kadın yazarı Shahrnush Parsipur’un 1989 yılında çıkan ve hemen yasaklanan kitabından yola çıkılarak çekilmiş bu film. Shahrnush Parsipur’un kadının toplumdaki yerine,erkek egemen düzene getirdiği eleştiriler Shirin’i oldukça etkilemiş ve bu eseri ortaya çıkartmasına yol açmış.
''Cennet bahçesi-Tobaa'', Perslerdeve İran edebiyatında geçmişten beri kullanılan,kutsal kitaplarda yer verilen bir tasvir ve ''ortak kültürün zenginliğinin paylaşılabileceği bir mekan''ın özlemini dile getiriyor.
Yıl 1953 yılında İran'da petrol kuyularının millileştirilmesini hedefleyen Musaddık hükümetinin türlü oyunlarla yalnızlaştırılıp, ABD desteğinde bir darbeyle Şah'ın yeniden iktidara getirilmesi süreci yaşanmaktadır.Bu kargaşa içerisinde üç kadının yaşamın gerçekliğinden koparak nefes aldıkları bu bahçe filmin ana temasını oluşturuyor.
Mutlaka izleyin.
Ölüm zor değildir Düşünmesizordur Peşinde olduğumuz tek şey Yeni bir form Yeni bir yol bulmaktı