25 Ekim 2007 Perşembe

Bir Tutam Baharat (Politiki Kouzina)




Bir Tutam Baharat (Politiki Kouzina) yönetmenliği ve senaryosu Tassos Boulmetis e ait bir film.

Müzikleri Evanthia Reboutsika tarafından hazırlanmış ve kesinlikle kaçırılmamalı, kitaplığımızda bulunması gereken parçalardan oluşuyor.

Görüntü yönetmeni Takis Zervoulakos.Başarılı yönetmen'in birçok sahnesi insanın zihninde kartpostal gibi yer ediyor izlerken.

Filmde konuşulacak çok yön olmasına rağmen, bir yere ait olamama,kabul görmeme teması beni oldukça etkiledi diyebilirim.

İstanbulda yaşayıp Rum oldukları için sınır dışı edilen bir ailenin ,Yunanistanda Türk oldugu gerekçesiyle gördüğü ayrıcalıkların trajikomik bir dille anlatımı çok hoş.
Filmin içerisindeki gastronomi-astronomi benzeştirmesi ,bahatarlardan tarçın ile venüsün birlikte anılamsı,kadının acı-tatlı’nın bir arada bulunduğu tarçınla özdeşliği güzel vurgular.

Miniciklerin anıları ve aşkları öyle ısıtıyor ki içinizi, geriye kendi çocukluğunuza dönmek istiyorsunuz, o günleri özlüyorsunuz…

Tüm bu sıcaklığın görüntü yönetmeninin başarılı çalışmasıyla tozlu, sihirli bir baharat masalının içerisinde sunumu ,bol tüylü bir battaniyenin altında yağmurlu bir kış gününe götürüyor sizi.
Filmde beni en çok etkileyen yolcular üzerine yapılan tanımlama oldu diyebilirim;

"Hayatta iki tür yolcu vardır: Gidenler ve geri dönenler; birincisi haritaya bakar, ikincisi ise aynaya…"

İnsanoğlu için en kolay ve en güvenli yol kendisine sunulan harita ,resmi kabul gören tarih,genel ahlak kuralları,toplumsal ilkeler çerçevesinde yaşamaktır.Dünyayı bu kalıplar içinde tanımladığınız zaman saygı görür, sorun yaşamazsınız.

Televizyonlarınız,filmleriniz,kitaplarınız,müzikleriniz hep bu harita içinde kalacak ve siz güvenle yolunuza devam edeceksinizdir.

Ancak, haritaya değil aynaya bakmayı denerseniz eleştirmeyi temel alan,sıkıntılı bir süreç içerisinde bulursunuz kendinizi.

Tarihini eleştirebilmek dinini ,milletini,ilkelerini sorgulayabilmek.Bastığın toprağa bakabilmek.Babana tapmak yerine hatalarını görerek,gerektiğinde yüzüne söyleyerek bu hatları ama onu gene de severek eleştirebilmek,belki daha çok severek…

İkinci yolculardan olmayı tercih ediyorum ben.

Tassos Boulmetis bu filmde aynaya bakmayı başarmış gerçekten.

Milliyetçi bir bakışla izlerseniz bu filmden zevk alamazsınız,bahaneler bulursunuz huzursuzluğunuzu haklı çıkartacak.


Bu film ikinci tip yolcular için yapılmış.

Film müziklerini aman kaçırmayı derim.Bulun dinleyin bir yerden.

Ekte azınlıklara yönelik baskıların,dini ,milli kamplaşmaların temelinde gördüğüm BİZ ve ONLAR karşıtlığı için hazırladığım bir yazıyı sunuyorum.

CHE




BİZ VE ONLAR,


Kolomb Amerika’ya ayak basıp ; o toprağın gerçek sahibi olan yerlilerle karşılaştığında kendisini ''özne'' (otorite) ,Amerika yerlilerini ise ''başkası'' olarak görmüştür.Buradaki özne değişime açık değildir, mutlak doğruda ifadesini bulur.Başkası olarak algılanan ise yanlışlarla doludur.
Bu nedenle Kolomb karşılaşma süreci içinde değişime açık olamaz,tersine farklılıkları yok edip nesnesi olan yerliyi öznesine,otoriteye dolayısıyla kendi kültürüne benzetecektir.
O kendinden ve kültüründen hiçbir zaman şüphe duymaz.''Başkaları'' için büyük acılarla dolu olan sömürgecilik dönemi de bu şekilde işlemeye başlar.
Avrupalı karşıtını ilk olarak Amerika’nın keşfi ile bulmadı.Müslümanlık ve Osmanlı çok daha önceleri gerek askeri,gerek kültürel yönden ‘’başkası’’dır Avrupalı için.
Haçlı seferleri bir ‘’normalleştirme’’,’’islah’’ gayretidir, ‘’onlar’’a karşı yürütülen.
Daha eski dönemlerde Antik Yunanda anadan,babadan Atinalı olmayanların seçme ve seçilme hakları yoktu.Yine Atina kanunlarına göre en büyük cezalardan biri polisten yani yaşam alanından kovulmak ,’’yabancı olmaktı.
Söze batıdan örneklemelerle başlasak ta bahsi geçen biz ve onlar karşıtlığı ;gündelik yaşam içerisinde bireyler arası ilişkilerden uluslar arası ilişkilere kadar uzanan birçok alanda sorunların odağında olma özelliğini koruyor.
Onlar’a karşı olma yönündeki tepkisellik bizi ister istemez ‘’tek’’liğe,’’bir’ olmaya teşvik ediyor.Tek dil,tek kıyafet,tek amaç,tek kültür,tek düşünce,tek millet,tek din vs.Heterojen bir toplumda bunun bunun gerçekleşmesinin yolu ‘’diğerlerinin’’ aynılaştırılması ,eğer buna direnç gösterirse sindirilmesi ve toplumsal hayattan dışlanmasından geçiyor.
Bu dışlama öyle bir mekanizma ki kendi prototipini ‘’dışlananda’’da oluşturuyor.’’Dışlanan’’ güçler dengesinin kendi lehine döndüğünü hissettiği anda karşıtına aynı muameleyi yapmayı kendisi için bir hak olarak görüyor.Örneğin ülkemizde etnik-milli temele dayalı kutuplaşmada olduğu gibi , laik ve antilaik kamplaşma içerisinde bu tür yaklaşımları görmek mümkün.

Dışlama ve Güvensizlik
Yaşadığımız toplumsal atmosfer ‘’külhanbeyleri’’ ile dolu gibi görünse de ciddi anlamda ‘’özgüven duygusu’’ yoksunluğu yaşadığımızı düşünüyorum.

Özgüven çok güçlü polis ,asker gücü ile sağlanan ve kendine dönük siddetin baskın olduğu ‘’baba’’nın himayesinde ve ona itaat etmekle sağlanamıyor ne yazık ki.Her taraftan kuşatılmış,içi de dışı da hainlerle dolu insanlardan ,toplumsal aktörlerden bir araya gelmiş bir atmosfer içerisinde bunun sağlanması mümkün de değil.
Özgüven, geçmişi ile hesaplaşmış,başarılarının yanıda hatalarını da görebilen,farklı olana yaklaşımında ‘’bakalım bunun altından ne çıkacak’’ tarzı bir duruş yerine,’’anlatmak istediği ne?’’ türü pozitifliği taşıyan bir duruş ile mümkün olabilir ancak.Pek yabancısı olmadığımız tersi durumlarda ;tartışmasız ön kabullere dayalı,dünya görüşlerini dinleştiren,bilinçli bir sevginin yerini toplumsal tapınmanın aldığı,histerik tepkiselliklerle kendisini dışa vuran insanlar topluluğu ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz oluyor.
Bugünün popüler tanımlamalarından fundamentalizm ; ‘’köktencilik’’ ,’’mutlakçılık’’ anlamına geliyor.Her ne kadar köktendinci akımlar için kullanılsa da birçok toplumsal aktör bu tanımlamayı hak etmekte.
Bu yaklaşıma sahip görüşlerin bir takım olumsuzlukları muhtevalarında bulunduruyorlar zorunlu olarak.Sahip olduklarına inandıkları değerleri kutsallaştırmak,zihinlere mutlak, değişmez doğruların kendi tekellerinde bulunduğunu kazımaya çalışmak,sahip olduğu argümanların dışındakilere şüphe ile bakma ve alt edilmesi gereken rakipler olarak görme eğilimi bunların en başta gelenleri.
Hal böyle olunca ‘’gerçeklerin’’ toplumda kabul edilebilmesi için eğitim,dil,din ve bilim araçsallaştırılıyor.Eleştirelliğe dayanmayan ,ezberci,bırakın yaşamı sorgulamayı varlığını bir yerlere adamayı ‘’öğreten’’ bir eğitim anlayışı çocuklarımıza tek doğruyu oğretiyor,tartışılmazı aynı zamanda basiti,derinlikten uzak ve kestirme olanı.
Bu açıdan bakınca fundamentalizmin bu zaafı, toplumda birbirinin karşıtıymış ,dünyaları çok farklıymış gibi görünen çevreleri bir araya getiriveren ortak payda oluveriyor.

Toplumları farklı kültür ve düşüncelerin varlığı ,katkısı zenginleştirir.Farklı düşüncelerdir,kültürlerdir yeni olanı ortaya çıkartan.Yaşamı renklendiren,eleştirerek,tartışarak yolunu bulan bir toplum olmanın şartı işte bu çok sesliliktir.

Homojen olmayı amaçlaştıran,’’yabancı’’ olanın,’’farklı’’nın yok edilmesini temel alan düşünceler sürekli olarak ‘’düşman’’ üretirler.Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Türkiye’de yakın tarihte sol görüşlü kesimlerin ,alevilerin,kürtlerin vs. üzerinde bu ‘’av’’ faaliyetinin nasıl yürütüldüğü malum.
Şimdilerde de yaklaşım etnik-milli-dini temellere dayandırılarak toplum içerisinde gerilimler yaratılmakta.
Kendisini ''laik cephe''olarak tanımlayan kesimler ile ''islami hareket'' yaklaşım açısından tam anlamıyla ''biz ve onlar'' birbiri için.

Kürt ve Türk kimlikleri açısından da benzer bir “biz ve onlar” bakış açısını görebiliyoruz.

Birde Ermeni,Süryani,Rumlar var.Taze örneğini Trabzonda papaz cinayeti,Hrantın katli ve Malatya terörü ile yaşadığımız.
İlkokul çağındaki çocuklara and içiriyoruz
Bebeklikten çıkmamış çocukların başını örtüyor,kuran kurslarına gönderiyoruz.
Çocuklarımızın eline pankartları tutuşturup Ermeni Tasarısını protesto için yürüyüş yaptırıyoruz.
Onları Diyarbakır’da ön saflara sürmekte hiçbir sorun görmüyoruz.Güvenlik güçlerine kalkan olarak kullanabiliyoruz.
Ve yine onların ön saflara sürmesini, minicik bedenlerin karınlarına nişan almak için yeter koşul olarak görülebiliyor ve vicdanımız rahat ortada dolaşabiliyoruz.
Doğrularımız o kadar kesin ki çocuklarımızın nefer olarak yetişmesi bizim için onur adeta.
Çocuklarımızı gündelik yaşam içerisinde araçsallaştırmamız, bahsettiğimiz fundamentalizmin hiç de uzağında olmadığımızı göstermesi açısından önemli bir örnek.

Ne güzel pankartlarımız var altına sığındığımız,bayraklarımız var.

Cephemizde güvendeyiz.

Deniz Gezmiş idam sehpasında "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun Emperyalizm!" diye haykırdı ölüme giderken.

Che Guera Arjantin doğumluydu ve son nefesini Bolivya dağlarında verdi.

Bu insanlar dünyaya, dilden ,dinden,milliyetten bağımsız birliktelikler açısından baktılar.

Ya bizler neredeyiz bugün…

Bizler ne yazık ki, tekliğin,homojenliğin,aynı olmanın bilincine varan bir toplum olmanın faziletini yaşıyoruz.Bu değerlere daha sıkı sarılarak yolumuzu çizmeye çalışıyoruz.

Yaşasın ‘’BİZ’’lerin kardeşliği.
Yaşasın ‘’TEK’’lerin birlikteliği......
CHE

7 Ekim 2007 Pazar

Vengo,Tony Gatlif,Naci An Alamo





Naci An Alamo bir Tony Gatlif parçası.

Remedios Silvia Pisa okuyor parçayı , öyle bir söylüyor ki içinizde bir yerlerde ,yüreğinizin derinlerinde küller alev alıyor.

İşte bu an, insan olduğunuz için hem mutlu, hem pişman oluyorsunuz.

Remedios Silvia Pisa 17 yaşında bunu okurken.

Duyduğumuz ney’i Kudsi Ergüner’in üflediğini bilmek ayrı bir mutluluk veriyor insana.

Parçanın geçtiği filmin adı VENGO.

Yönetmen Tony Gatlif.

Kaçırılmaması gereken bir film, mutlaka izlenmesi gereken bir yönetmen, müzik adına başyapıtlardan sayılacak bir parça…

Bu özel parçanın sıradan yerli dizilerde yemlik yapılması ise çok üzücü.Bunu da belirtmeden geçemedim.

Parçanın sözleri:

Adsız yerlerden geldim

toprağım yok,anavatanım belirsiz

Ateşler yakıyorum parmaklarımla

ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle,yürek telim gönül yakıyor

Alamo'da doğdumyerim yok, toprağım yok, yurdum yok

Böyledir, bizim (çingene) kadınlarımız,

acınla şarkını söylediğindeseni darmadağın eder.
Ekte Necati Sönmez tarafından Tony Gatlif sineması ve Vengo için hazırlanan bir yazıyı sunuyorum:

Tony Gatlif'in seyirciye acıklı öyküsünün yanında bir de flamenko şöleni sunan filmi 'Vengo'...

Bu müzik ziyafetini bizim için katmerli kılacak bir sürpriz de vardı filmde. Müzikli-danslı sahnelerden birinde, müzisyenler arasında Kudsi Erguner ney çalarken çıkıyor karşımıza. Üstelik Erguner'in filme katkısı, bu sahnede birkaç saniye görünmekten ibaret değil; sanatçı filmin müziklerinde pek çok parçaya neyiyle eşlik ediyor.Flamenkoyu neyle, tasavvufla, hatta finalde sema ayinleriyle uzlaştıran bu filme geçmeden önce Tony Gatlif'ten ve onun etnik besin kaynaklarından söz etmek gerekir.

Filmlerini görmemiş olanlara yabancı gelebilecek, ama bir kerecik görenlerin kolay kolay unutamayacağı bir isim Gatlif. Kendisi Cezayir'de doğmuş Çingene asıllı bir Fransız... Çok kimlikli bir kökenden gelmesi, dolayısıyla bir nevi kimliksiz oluşu, sinemasına da yansıyor. Filmlerinde genellikle Çingenelerin yaşamına eğildi; aşklarını, müziklerini, acılarını, onları hedef alan ırkçılığı sergiledi. Onları acıma duygusundan ya da alaydan olabildiğince uzak bir yaklaşımla, onları idealize de etmeden, oldukları gibi yansıttı. Ne var ki, Emir Kusturica kadar şanslı -yoksa 'prezentabl' mı demeli?- olmadığı için filmlerinin ticari başarısı olabileceğin çok altında kaldı.

Bir coşku seli


Aynı zamanda müzisyen olan Gatlif'in filmleri, doğrudan seyircinin yüreğine seslenir. Perdede öyküyle birlikte duygular, bir coşku seli halinde akıp gider; sevinç mateme, sevgi kedere, şefkat öfkeye karışır ve hepsi birden müziğin içinde erir. Benim 'kült' filmim olan 'Gadjo Dilo', dinlediği bir şarkıdaki sesin sahibini bulmak üzere Bükreş yakınlarında bir Çingene köyüne gelen ve buradan bir türlü kopamayan Fransız delikanlının gözünden aktarır o insanları. Parisli kahramanımız sonuçta bir değil, birçok ses, birçok şarkı ile tanışır ve zamanla kendini onlardan biri gibi hisseder. Bir yanda öykünün içerdiği coşku, şiirsellik, hüzün ve erotizm, öte yanda Gatlif'in bizzat düzenlediği müzikler ve insanın kanını kaynatan oyun havaları... (1998 İstanbul Film Festivali'nde 'Çılgın Yabancı' adıyla oynayan bu muhteşem film ne yazık ki hiçbir dağıtımcımızın dikkatini çekemedi.)

Gatlif, daha önce çektiği 'Latcho Drom'da, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu Romanya, Macaristan, Fransa, İspanya, Mısır, Hindistan gibi geniş bir coğrafyada Çingenelerin izini sürdü. Baştan sona diyalogsuz ve oyuncusuz gerçekleştirdiği bu destansı belgeselde, göçmenliğe yazgılı bir toplumun hikâyesini şarkılar ve danslarla aktardı. Doğrudan Çingeneleri ele almadığı zaman bile, yersiz yurtsuzluğu işledi Gatlif. Bunun en güzel örneği 'Mondo'da (filmin başrolünde Romanyalı bir Çingene çocuğu vardır), Mondo adında evsiz barksız bir çocuğun gözünden Nice'in sokaklarını anlattı. Gaipten gelen bu çocuk, kentteki balıkçıların, dilencilerin, dükkâncıların hayatına girdikten sonra finalde yine kayıplara karışır.


Zil, şal ve gül...

Tony Gatlif, bu son filminde İspanya'nın güney kesimlerinde, Endülüs'te yine Çingeneler arasında geçen bir hikâye anlatıyor. Adı 'intikam' anlamına gelen 'Vengo'ya damgasını vuran başlıca iki kavram, Endülüs ve flamenko. Kızının ölümünü bir türlü kabullenemeyen ve kederini hafifletmek için müziğe sığınan bir adamın etrafında gelişiyor öykü. Ailenin reisi olan Caco, bir yandan kızının yasını tutarken, öte yandan kan davalı olduğu ailenin tehditlerine göğüs germeye çalışır. Feodal aile düzeni içinde, cep telefonları ve Mercedes arabalarıyla yaşamlarını sürdüren kahramanlarına, en 'kötüleri' dahil, eşit bir sevgiyle yaklaşıyor yönetmen ve seyirciyi 'seyirci' olmaktanh çıkarıp onların arasına katıyor. Arap ezgilerine bulanmış müzikleri, dansları, Endülüslü şarkıcı -Gatlif'in daha önce 'Latcho Drom'da tanıttığı- La Caita'nın muhteşem sesiyle film, perdeden salona doğru taşıyor. Yönetmen 'Vengo'yu şu sözcüklerle özetliyor: "Bir çığlık, bir şarkı, hayata, aşka, mateme ve kan diyetine dair bir ilahi."


Venedik Film Festivali, işte böylesine müzikal bir havada sona erdi. (Kapanış gecesinde, filmde rol alan müzisyenlerin Venedik sokaklarına taşıp bir cümbüş yapması bekleniyordu. Ancak ödül töreninden sonra 'hatırlı' konuklardan çoğu filmin gösterimine kalmayıp salonu terk edince, Gatlif buna bir hayli gücendi ve söz konusu sokak gösterisini iptal etti.) Festivaldeki gazeteci enflasyonu ve zaman darlığı nedeniyle, basın söyleşilerini normalde dörder-beşer kişilik gruplarla yapan Gatlif'le, biraz da şans eseri, Movie Time adlı kafenin Adriyatik'e bakan terasında özel bir görüşme yapma fırsatını bulduk.


Mühim olan insanlık!

Gatlif'in Çingenelerle bu denli ilgili olmasının tek nedeni, o kökenden geliyor olması değil. Öncelikle 'O kültürü korumak' güdüsüyle hareket ettiğini, başlıca motivasyonunu buradan aldığını söylüyor. "Sadece öylesine film yapmak gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman" diyor. "Kendimle onlar arasında bağ kurmakla birlikte, 'onlar'ın, yani Batılı ülkelerdeki Çingenelerin dünyasını anlatıyorum. Özel biri olduğumu düşünmüyorum, o yüzden kendimi anlatmak yerine pek çok senaryo yazarı gibi başka insanları anlatmayı tercih ediyorum. Ama sonuçta içimde hissettiğim şeyleri aktarıyorum tabii ki."

'Başlangıç Sokağı' (Rue du départ), 'Latcho Drom', 'Çılgın Yabancı'... Gatlif'in çoğu filminde öykü bir arayışın etrafında gelişir. Acaba film yapan biri olarak Gatlif'in arayışı neye dönük? Bu soruya tek bir sözcükle cevap veriyor: "İnsanlık..." Gerçekten de onun karakterlerinde her zaman masum bir taraf vardır. 'Vengo'da mafya kılıklı adamlar bile insani yönleriyle öne çıkıyor. "Çünkü gerçek olan bu" diyor yönetmen. "İyi ya da kötü diyebilirsiniz, ama hayatın gerçeği böyle. Ve gerçekler karmaşık değil, yalındır aslında. Ben eleştirmekten, yargıda bulunmaktan hoşlanmıyorum; yalnızca göstermek istiyorum. İnsani yanları en üst düzeyde açığa çıkarmak..."
Filmlerinde, tıpkı Çingene kültüründe olduğu gibi müzik ve yaşamın bu denli iç içe oluşunu ise şöyle açıklıyor: "Müziğin kendisi yaşamla, kültürle, gelenekle iç içedir. Ta yüzyıllar öncesinden kalma gelenekler müzik üzerinden kuşaktan kuşağa aktarılabiliyor. Çünkü müziğin hayata dair olan hemen her şeyi anlatmak gibi bir gücü vardır. Flamenkoyla acıyı, ölümü, mutluluğu, üzüntüyü, hepsini birden aktarabilirsiniz."

Söz, Kudsi Erguner'le tanışıklığına geliyor. "Onu uzun zamandır tanıyorum ve müziğini çok seviyorum" diyor. Bu arada filmde zikir ayinleri, semazenler gibi tasavvufi/Mevlevi sembollere de rastlıyoruz. Flamenkoda da var mı böyle şeyler? "Hayır. Ama sufilik mistisizm demek. Flamenkonun da mistik bir tarafı vardır; transa geçene kadar dans edilir. Fakat o sembolleri kendi kafamdan ekledim."Tony Gatlif'in geldiği coğrafya farklı olmakla birlikte, onun filmleri taşıdıkları coşku ve çokkültürlülük itibarıyla insana bir 'Balkanlılık' duygusu geçiriyor. Son olarak bu konudaki fikrini merak ediyor ve tatmin edici bir yanıt alıyorum: "Buna katılıyorum. Çünkü Balkanlar olağanüstü bir karışım; kültürel, müziksel, geleneksel anlamda... O yüzden benim için müthiş bir zenginliği ifade ediyor. Belki bir yandan sorunsal bir durum, ama aynı zamanda bir zenginlik..."

1 Ekim 2007 Pazartesi

Djelem Djelem





Ben Bir Çingeneyim

Bizanslılar 1000 yıl önce benim insanlarıma athinganoi adını verdiler. Bu dokunulmaz demekti. O kadar çok korkmuşlardı ki atalarımızdan böylesine bir isim taktılar bize. Kulaktan kulağa yaydılar bu ismi. Bundan sonra her gittiğimiz ülkede insanlar bizi böyle çağırdı. Herkes kendi dilinde tekrar etti adımızı. Zigeuner, Cigani veya Çingene...

Bizlere dokunulmaz dediler... Korktular bizden. Farklıydık. Daha yoksulduk. Daha özgürdük. Ama insandık. Tıpkı onlar gibi. Onlar bunun farkında değildi. Bizimle çalışmak, bizimle yaşamak, bizimle konuşmak istemediler. Biz yarattığımız göz nuru zanaatlerle onlara bir yaşam bahşederken onlar şehirlerinin unutulmuş köşelerine attılar bizi. Yoksulluk bitmeyen bir lanet gibi üstümüze çüktü. Çok acılar çektik.

Atalarım, bu haksızlıklardan kurtulmak için her yolu denediler... Haykırarak baktılar insanların gözlerine; bazen yalvararak! "Biz çingene değiliz insanız." Çingenelerin konuştuğu dillerden birinde insan Rom demekti. Onlar da insanlara biz Romanız dediler yani sizden bir farkımız yok. Bizi kabul edin. Lütfen!

Bugüne kadar kimse onları dinlemedi. Çaresizliklerinin karşısında gülümsediler. Yoksulluklarıyla alay ettiler. Umutsuzluk bir karabasan gibi çöktü insanlarımızın üzerine.

Ben atalarım gibi umutsuzca yalvarmayacağım. Biliyorum ki gerçekten de biz farklıyız! Özgür, hırçın, dayanıklı, güçlü, insancıl, ve yaratıcıyız. Tarihin en barışçı insanlarıyız. Bu yüzden utanmam gerekmiyor.

Evet ben bir dokunulmazım. Acılarımızın verdiği güçle; çirkinlikler, kalleşlikler ve aşağılayan bakışlar dokunamaz artık bana. Temiz yüreğimize değil aşınmış ayakkabılarımıza bakanlar incitemez artık kalbimi. Madem ki binlerce yıldır ölüm tadında yaşadık hayatı; bundan sonra hiçbir güç dokunamaz tertemiz insanlığımızla beslenmiş kutsal özgürlüğümüze. Ben bir dokunulmazım.

Olduğum şeyle gurur duyuyorum. Herkes bilsin! Ben Bir Çingeneyim

Marşların çoğunun arkasında bir öykü vardır. Tabii Çingenelerinkinin de... 1969'da, İngiltere'de dolaşan bir Britanya-Avrupa Çingene grubunun üyesi olan Zarko Jovanoviç, insan hakları için mücadele eden bir eylemciydi. Kamp yerleri buldozerlerle yok edilip, karavanları çekiliyordu.

Karavanlardan biri devrilip ateş aldı. İçeride saklanan bir küçük Çingene çocuk yanarak öldü. Zarko, bu marşı Londra'ya dönerken, içinde bir çok eylemci arkadaşının bulunduğu karavanın içinde yazdı (Grattan Puxon, Thomas Acton, Vanko Rouda, Juan de Dios Heredia ve diğerleri).

Söz: Zarko Jovanovic, 1969
8 Nisan 1971'de Birinci Dünya Çingene Kongresi'nde Çingene Ulusal Marşı olarak kabul edilmiştir.
Parçanın sözlerine gelince:

Yürüdüm yürüdüm uzun yollar boyu
Ne güzel ki romanlarla tanıştım
Uzaklara,çok uzaklara gittim
Eyyy romanlar eyyy cocuklar
Romanlar nerden geldiyseniz
Şanslı yollar boyu cadırlarınız
Benimde büyük kalabalık bir ailem vardı
Kötü bi grup insan öldürdü onları
GELİN BENİMLE DÜNYA ROMANLARI
ROMANLARIN YOLUNUN ACILDIGI YERLERE
ŞİMDİ AYAGA KALKMA ZAMANIDIR ROMANLAR
EYYYYY ROMANLAR EEEEYYYY COCUKLAR...
-->