25 Mart 2012 Pazar

Kızıl Orkestra-Rote Kapelle



 “… AŞAĞILAYAN BAKIŞLARINIZLA CEZALANDIRIN …”



Nasyonal-sosyalist (Nazi) Almanya’nın korkunç gizli polis örgütü Gestapo, 1942 sonbaharında giriştiği kapsamlı operasyon sonucunda, bir“casus ve hain şebekesini” açığa çıkardı. Sovyetler Birliği’ne casusluk yapan komünist bir yer altı teşkilatı olarak “deşifre” edilen bu yapıya, evinde telsiz cihazı bulunan bir piyanistten ötürü, Kızıl Orkestra adı verildi. Savaşın ortasında, bütün muhalefet tasfiye edilmişken, totaliter rejim propaganda ve baskı aygıtıyla kimseye göz açtırmazken, küçümsenmeyecek yaygınlıktaki böyle bir “şebeke”nin varlığının öğrenilmesi, Hitler’i çok öfkelendirmişti. Kızıl Orkestra’nın elli kadar mensubu derhal idam edildi.

Kızıl Orkestra, Nazilerin yenilgisinden sonra da öyle bilindi: Komünistlerin yönetiminde, Sovyetler Birliği’ne hizmet eden bir casus şebekesi. Bu takdim, Soğuk Savaş’ın anti-komünist ortamında, Kızıl Orkestra’nın itibarsızlaştırılmasını, unutturulmasını beraberinde getirdi. “Komünistlik”yaftası, “vatan hainliği” imasının zehrine de bulanıyor, böylece bu anti-Nazi direnişçiler neredeyse ayıplanıyordu. Almanya toplumunun büyük çoğunluğunun,“sıradan insanların” Nazi rejiminin zulmüne, Yahudi soykırımına ses çıkarmamış,dahası itaat etmiş ya da en azından bilmezden gelmiş olmasıyla yüzleşmeyi engelleyen bir tepkiydi bu. Bu cesur insan topluluğunu “casus” diye itibarsızlaştırmak ve yok saymak, “kimse bir şey yapamadı, zaten yapamazdı”bahanesini güçlendiriyordu.

Oysa Kızıl Orkestracılar, casusluktan fazlasını yapmışlardı.Aralarında komünistler de vardı ama son on yılda ortaya çıkan yeni bilgiler ortaya koyuyor ki, çok sayıda başkaları da vardı: Solcular, demokratlar, liberaller, Hıristiyan muhafazakârlar ve belirli bir politik kimliği olmayan insanlar… Meslek sahibi seçkinler, entelektüeller, sanatçılar da vardı, küçük memurlar, işçiler de. Onları bir araya getiren tek saik, Nazilere karşı “birşeyler yapmak”tı. Elden ne gelirse, ne yapabilirlerse - bir şeyler yapmak.Şayet bir programdan söz edilebilirse, Kızıl Orkestra’nın yazılı olmayan programı, insan onuru ve vicdanıydı.

1930’ların ortalarında bir arkadaş çemberinde oluşan ilişki ağı, merkezsiz bile denilemeyecek kadar dağınık bir şekilde yayıldı. Birkaçıdışında illegal örgütlenme tecrübesi olmayan bu insanlar, el yordamıyla, herkesin sadece işbirliği yaptığı arkadaşlarını tanıdığı, ötesini ise merak etmediği ilişkiler kurdular.

Bu ilişki ağı, Yahudileri, komünistleri, takibat altında olan başkalarını sakladı. İstihbarat toplayıp Nazilere karşı savaşan devletlere aktardı. Anti-Nazi manevî direnci canlı tutacak ufak tefek bir şeyler yapmaya çalıştı. Evet, “ne olursa olsun, bir şeyler yapmak”tı dert.

Kızıl Orkestra’nın en çok bilinen şahsiyetleri, Arvid Harnack ve Harro Schulze-Boysen’dir. Arvid Harnack, Markist bir iktisatçıydı.Uzun süre yurtdışında bulunduğu ve bilimsel faaliyetlerle uğraştığı için politik kimliği saklı kalmıştı. Ekonomi Bakanlığına girdi, 1937’de ‘mahsus’Nazi Partisi’ne üye oldu ve epey yükseldi. 1942’ye kadar Sovyetler Birliği’ne ve Batılı müttefiklerine, Almanya’nın cephe gerisine ilişkin istihbarat raporları yolladı. Harro Schulze-Boysen ise, muhafazakâr aristokratik bir aileden geliyordu ve gençliğinde Nazi hareketine katılmıştı. Ancak Nazilerin iktidara geldikten sonra yaptıkları, onu tereddütlere sevk etti, giderek Nazizmden koptu. Alman Hava Kuvvetleri karargâhında görev alan Schulze-Boysen, Nazi karşıtı müttefik cepheye düzenli askerî bilgiler aktaracaktı.

Yaptıklarının “casusluktan” ibaret olmadığını söyledik. Etkisi belki mütevazı, ancak insanlık onuru ve vicdanı adına yüksek değer taşıyan işler de yaptılar Kızıl Orkestracılar. 1942 Ocak’ındaki bildiri eylemi, önemli bir örnektir. Altı sayfalık bildirinin başlığı “Almanya’nın geleceğine dair kaygılar gitgide Alman halkını sarıyor” idi. Almanya’nın savaşıkaybetmekte olduğu söyleniyor, Nazi rejiminin korkunç işkenceleri, cinayetleri, insanlık dışı tedhişi hatırlatılıyor ve insanlar boyun eğmemeye çağrılıyordu. Bildiride söylenenler, Kızıl Orkestracıların hareket saiklerini de özetler:

“Alman halkı biliyor ki, gün gelecek; tarih önünde, dünya önünde ve bizzat kendine karşı bu olanların sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kalacaktır... Varsın, hakikati arayacak takatten yoksun olanlar hiçbir şey yapmadan dursun... Savaşı uzatan her gün, tarifi imkânsız yeni acılar ve kurbanlara yol açmaktan başka bir sonuç doğurmuyor.”

“Halkın çöküşe varmadan kurtulmasının tek ön koşulu, itaati ve istenen yükümlülükleri yerine getirmeyi reddetmektir… Herkes, bugünkü devlet ondan her ne istiyorsa aksini yapmanın derdine düşmelidir… Sokak köşelerinde yine kuyruk beklemek zorunda kaldığınızda, giderek daha yüksek sesle protesto edin. Her şeye rıza göstermeyi bırakın, kendinize emrettirmeyin. Kendinizi daha fazla ezdirmeyin. Nazi üniformalıları, aşağılayan bakışlarınızla cezalandırın! Halkın canilerden ve gammazlardan ruhunun ta derininde tiksindiğini hissetmelerini sağlayın onların! Kış yardımı adı altına para toplama kampanyasıdenen saçmalığa katılmayı artık bırakın! İktidardaki rejime yapılacak her kuruşyardım, savaşı uzatacak ve sefaletimizi derinleştirecektir! Düşüncelerimizin ve duygularımızın uyuşturulmasına son verelim artık.’’

“Bildiri eylemi” deyip geçmeyin; Nazi rejimi altında, olağanüstü zor bir işti bu.

Dikkat çekmemek için Berlin’de bir dişçinin muayenehanesinde toplanıyorlardı. Üç kişiydiler: Dişçi, bir müzisyen ve sekreterlik yapan bir kadın. Kâğıt hem zaten kıttı hem de toplu alımlar kuşku uyandıracağından, ihtiyaç duyulan kâğıtlar, değişik yerlerden az miktarlarda toplanarak bir araya getirildi. Başka bir şehirden teksir makinesi temin ettiler. Telefon rehberlerinden ve başka kaynaklardan rastgele çıkarılan binlerce adrese, yine değişik postanelerden, teker teker postaladılar bildiriyi. Mektubun ulaştığıadresler arasında “sıradan insanlar” yanında, üst düzey Naziler de vardı.Bildiri elbette infiale yol açtı, Gestapo (gizli devlet polisi) aylarca iz sürdü.

“Etkisine” bakıldığında mütevazı denemeyecek bir başka eylemden söz edelim: Ortaokul ve lise öğrencileri iki kız kardeş, Cato ve Mietje van Bek’in yaptıkları. Okula giderken banliyö trenine bindikleri istasyondan, düzenli olarak mahkûm ve savaş esirlerini taşıyan trenlerin geçtiğini fark edince, “bir şeyler yapmaya” karar verdiler. Üç arkadaşlarıyla beraber, tutuklu ve esirlerin boşaltılıp nakledildiği istasyonları keşfettiler. Kalabalığın arasından götürülüyorlar, insanlar bu geçenlere yokmuş gibi davranıyordu, zaten “yabancılar ve suçlular”la her türlü temas, bizzat tutuklanma nedeniydi. Sonraki günlerde küçük kızlar, trene yetişmek üzere koşar gibi yaparak veya orada eğleşiyor pozu takınarak tutukluların ellerine, ceplerine bir şeyler sıkıştırmaya çalıştılar: Bir dış fırçası, bir elma. Verecek hiçbir şey yoksa, cesaret dileyen, moral veren sözcükler karalanmış bir kartpostal. Veya bir çiçek… “Manevî destek vermek,insan sıcaklığı sunmak” diye açıklayacaklardı sonraları, yapmak istedikleri şeyi.

Mektupla bildiri eyleminin faillerinden biri, müzisyen Helmut Roloff’tu. Tutuklandı ancak tutarlı ifadeleri ve biraz da talihinin yardımıyla, idam edilmeden kurtuldu. Oğlu Stefan Roloff, savaştan sonra evlerinde Nazilerden ve “bu işlerden” hiç konuşulmadığını hatırlıyor. Hatta babasının son derece dakik ve disiplinli yaşantısına ve “Alman” soğukluğuna baktığında, onu da Nazilere yıllarca itaat ederek utanca ortak olan “tipik Alman”lardan biri olarak görüyordu. Babasının, vicdanının sesini dinleyerek bu zillete karşı “bir şeyler yapmak” için fedakârlıkları göze almış birisi olduğunu, çok sonraları öğrendi ve kendini Kızıl Orkestra’nın bilinmeyen yönlerini aydınlatmaya adadı. 2002’de yayımlanan kitabında, babasının ve onun tanıdığı ve tanımadığı arkadaşlarının yaptıklarını, “medenî cesaret ve insan haklarından yana tavrın” timsali olarak tanımlıyor.
Evet, Nazi hava kuvvetleri karargâhında “casusluk”yapan üsteğmen Schulze-Boysen de bütün hayatı müzik olan kendi halinde bir adamken insanlık dışı bir rejime karşı bir bildiri eylemine girerek (ayrıca evinde telsiz cihazı saklayarak) canını tehlikeye atan piyanist Helmut Roloff da, yürekleri pır pır ederek, istasyonun karşı tarafındaki dik dik bakan şu siyah şapkalı adam, acaba Gestapo’dan mıdır, diye ödleri koparak, toplama kampına sevk edilen bir tutsağın eline bir kartpostal, bir dal çiçek tutuşturmak, “insan sıcaklığı sunmak” için fırsat kollayan o kız çocukları da insanlık onurunun vicdanının timsalidirler.

TANIL BORA


15 Mart 2012 Perşembe

Köpek olabilmek...



Gecenin karanlığında dumanı tütüyor yaşanmışlıkların
Bir köpeğe çarpan ve hışımla duran bir arabayı hatırlıyorsun
Kaportasına bakıyor inenler,boyasına... ne kadar zarar var diye
Yüz metre geride son nefesini veriyor gözyaşları
İçine bakıyor
Sevgiyle
İnsan olmak çok ağır geliyor,utanıyorsun
Anlıyorsun kaporta ve boya'ya satılmış insanlık

Ve sabah güneş doğarken satılmışların dünyasında
Bir köpeğin gözlerinde ışıldıyor
Günün ilk ışıkları
İnadına...



9 Şubat 2012 Perşembe

Shirin Neshat





 
Shirin Neshat İranlı fotoğrafçı ve yönetmen .
Şu an Amerika’da yaşayan sanatçı, İran’ın Kazvin şehrinde doğmuş ve 17 yaşına kadar doğduğu ülkede büyümüş. Yüzü Batı’ya dönük bir orta sınıf aileden gelen Neshat, babasının çocuklarını Avrupa’da okumaları için teşvik ettiğini söylüyor. O dönemde Şah Rıza Pehlevi’nin yönetiminde olan İran’da Batı oldukça ciddi bir çekim gücü oluşturmuş. Amerikalılaşma eğilimi ekonomik alanda olduğu kadar sosyal alanda da üst orta sınıf ailelerin yaşam biçimlerinde kendini göstermiş. Çoğu aile çocuklarını Avrupa ve Amerika’da eğitime gönderme arzusu taşımış.
Sanatçının Kazvin'de doktor olan babası tarafından rahat bir ortamda yetiştirilmesi feminizm ile tanışmasına aracılık eder ilerideki sanat yaşamında bu etkinin izlerini görmek mümkün.  
Batılılaşma arzusu doğrultusunda Tahran’da yatılı bir Katolik okuluna yazdırılan Neshat sıcak aile ortamından sonra bu yerin kendisine soğuk ve itici geldiğini söylüyor.Burada  anorexia hastalığına yakalanan sanatçının hayatında kısa süreli  yatılı okul deneyimi kötü bir anı olarak kalacaktır.
Neshat  17 yaşında  Amerika’ya gider ve University of California Berkeley’de Master of FineArts derecesine kadar yükseleceği bir eğitim hayatına başlar .
Okulu bitirmesinin ardından New York’a yerleşir ve sanat hayatında önemli etkiler yaratacak bir mekanda çalışmaya başlar. Manhattan’daki Storefrontfor Art and Architecture adlındaki kurum çok farklı sanat akımların eserlerini bünyesinde barındırıyor ve sürekli yeni çalışmalara ev sahipliği yapıyordu.Neshat ,bu ortamda oldukça deneyim sahibi oldu.
Shirin’in hayatındaki belki de en önemli dönüm noktalarından biri İran İslam devriminin 12 yıl sonrasında ,1990 yılında İran’a dönüşüyle yaşanacaktır. Amerika’da gördüğü eğitim ,yaşam standartları ve gençliğinde ülkesinde yaşadığı deneyimlerin ardından İran’ın  bugünkü gerçekliği kötü bir değişimi yüzüne vuracaktır.İdeolojinin günlük yaşama bu derece yansıdığı bir ülkeyle ilk defa karşılaşmaktadır Neshat.İnsanların fiziksel görünümlerinde ve sosyal davranışlarında çok radikal bir farklılaşma vardır,gençliğinin geçtiği İran artık eskisi gibi değildir.
Bu travmatik etki altında Amerika’ya dönüşüyle, 1993-1997 dönemini içine alan kesitte fotoğraflarından oluşturduğu Women Of Allah forograf dizisi çalışmasında ilk ciddi sanatsal çıkışını yapar.



Bu fotoğraflarda asi, savaşçı ama bir o kadar da anaç bir kadın vardır.İran’da devrimin itici gücü Şii kültürüdür, Shirin Neshat, İran İslam devriminin en çarpıcı simgesi olan bu militan Şii kadın kimliğini temsil eden peçeli ve silahlı kadın fotoğraflarının üzerine İranlı kadın şair Forugh Farrokhzad ile Tahereh Saffarzadeh’ın şiirlerini resmetmiştir.

İslam’da kadının açıkta kalması serbest olan yüz ,el ve ayaklar bu şiirlerle süslenir.Ancak bu fotoğraflarda kadın’ın aynı zamanda cezbedici ,pitoresk ,erotik bir yanı da vardır…insani bir yan.Bu önemli bir kontrast oluşturur fotoğraflarda .

Herşeyi dualite yani karşıtlıkların birliği olarak görüyorum diyor Neshat.Evren paradoksal olarak;yaşam-ölüm ,iyi-kötü,güzellik-şiddet,doğu-batı döngüsünde yoluna devam ediyor.


Allah'ın Kadınları fotoğraf serisinde bir yandan silahlı bir kadının görüntüleriyle karşı karşıyayız ancak bir yandan da bu kadının vücut dili ve bakışlarında itaatkar,hüzünlü, duygusal bir duruş var.


Untitled adlı fotoğraf bu karşıtlığı oldukça net veriyor.Oğlan çocuğu (Neshat'ın oğlu) çıplak olarak vücudunun güzelliği ile sergilenmekte ,üzerinde çizilmiş desenlerle kendini ortaya koymaktadır.Çocuğunun elinden tutan anne (kadın) ise arkasındaki beyaz fon ile tam bir karşıtlık oluşturan adete siyah bir boşluktan oluşur.Erkeğe tanınan bedensel özgürlüğe karşın kadının bedeninin ötekileştirilmiş,yok sayılmış,gizlenmiş varoluşudur fotoğrafta görülen.
“Ben Batı’da aldığım eğitimi, yetiştiğim ve içimde taşıdığım kaynağımla birleştiriyorum. Benim söyleyecek çok sözüm var. Batı’da aldığım eğitim de benim, bir Doğulu olarak Batı’ya ulaşmamı sağlıyor, onlara Doğu’yu anlatabilmemi, Batılı olmamı değil ” diyor sanatçı.
Shirin Neshat, Batının oryantalizminden rahatsız olacak kadar Doğulu ,Doğunun kadını öteleyen erkek egemen,otoriter yapısını kabullenemiyecek kadar da Batılı aslında.
Çalışmalarımda İran’daki yaşamım ve aldığım eğitimin önemli bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum.Ömer Hayyam,Firdevsi gibi büyük ustaların eserleriyle büyüdüm,uzun yıllar Batıda yaşamış olmama rağmen estetik ve duygusal anlamda Batı’nın dışında kalıyorum diye vurguluyor..
Shirin Neshat'ın son filmi Women Without Men (Erkeksiz Kadınlar).''Tobaa'' yani kutsal kitaplarda yer verilen cennet bahçesi merkezine kurgulanmış olan son filmi WomenWithout Men (Erkeksiz Kadınlar )(ZananBidun-i Mardan) sanatçının.
İran edebiyatının muhalif kadın yazarı Shahrnush Parsipur’un 1989 yılında çıkan ve hemen yasaklanan kitabından yola çıkılarak çekilmiş bu film. Shahrnush Parsipur’un kadının toplumdaki yerine,erkek egemen düzene getirdiği eleştiriler Shirin’i oldukça etkilemiş ve bu eseri ortaya çıkartmasına yol açmış.
''Cennet bahçesi-Tobaa'', Perslerde  ve İran edebiyatında geçmişten beri kullanılan,kutsal kitaplarda yer verilen bir tasvir ve ''ortak kültürün zenginliğinin paylaşılabileceği bir mekan''ın özlemini dile getiriyor.
Yıl 1953 yılında İran'da petrol kuyularının millileştirilmesini hedefleyen Musaddık hükümetinin türlü oyunlarla yalnızlaştırılıp, ABD desteğinde bir darbeyle Şah'ın yeniden iktidara getirilmesi süreci yaşanmaktadır.Bu kargaşa içerisinde üç kadının yaşamın gerçekliğinden koparak nefes aldıkları bu bahçe filmin ana temasını oluşturuyor.
Mutlaka izleyin.

Ölüm zor değildir
Düşünmesi  zordur
Peşinde olduğumuz tek şey
Yeni bir form
Yeni bir yol bulmaktı

2 Şubat 2012 Perşembe

Denizkızı


Bir kızım olsaydı
adını Deniz koyardım
her kulaç atışımda
gözlerinin içine bakar
her gülüşünde
daha derinlere dalardım


24 Ocak 2012 Salı

Pamuk Şekerim


Ardıma bakmadan yürürken bu yollarda
Sırtımda dünyanın en tatlı yükü var
Pamuk şekerim
Seviyorum seni
Çocukluğumdan...

19 Ocak 2012 Perşembe

Bir Şamanın Dünyaya Uzanan Elleri



Mari Boine hakkında konuşabilmek için öncelikle ren geyikleri ,kar baykuşlarıyla tundraların sert ikliminde binlerce yıldır yaşayan o halkı tanımak gerekiyor ,Samileri.


Samiler ,Norveç’in kuzeybatısının alt kıyılarından İsveç’in üst kısımlarına kadar ulaşan Kuzey Finlandiya ,Kuzeybatı Rusya’nın Kola yarımadasını da içine alan kutup dairesinde yaşıyorlar. Şu an 75-100 bin arasında bir sayıya sahip oldukları tahmin ediliyor. Fin-Ural-Altay dil grubuna bağlı bir dili konuşuyorlar.


Lapon kelimesiyle de tanımlanıyorlar ancak bunu kabul etmiyorlar.Bu kelime arkaik Fin dilinde serseri,toplumdan dışlanmış (outcast) anlamına geliyor.Bu konudaki diğer bir itiraz da lapp kelimesinin “yama” anlamına gelmesidir. Bu sözcük, rengarenk giysileriyle dikkat çeken Samilerle alay etme amacıyla kullanılmıştır.


4000 yıldan daha uzun süreden beri bu bölgede yaşamış olan Samiler ,Ortaçağda oldukça büyük bir nüfusa sahiptiler. Ulus-devletleşme sürecinde Norveç,Finlandiya,İsveç ve Rusya devletleri tarafından içerisinde bulundukları toprakların egemen dillerinde ve kültürlerinde yaşamaya zorlandılar.



Toplumsal farklılıkların ortadan kaldırılarak homojen bir ulus yaratılması dünyanın birçok yerinde yaşanılan bir süreç. Acıları,bölünmüşlüğü,çaresizliği içinde barındırıyor.Farklı dilleri ve kültürleri asimile etme eğilimi ,tüm ulus devletlerin tarihinde yaşanan bir gerçek ve her zaman haklı koşullara ‘’dayandırılıyor’’.


Samileri hegemonyası altına alan Hıristiyanlık onların köklerinden gelen Şamanizmi şeytani bir sapma olarak nieleyerek yasaklamış.Çocuklarından belki de en başta kendilerinden saklamak zorunda kalmışlar geçmiş kültürlerini.


Mari’nin kendisini Sami olarak tanımlaması pek kolay olmamış. Gençlik yıllarımda Norveçli ve Avrupalı olarak görmek istedim kendimi ,geldiğim kültürü unutmak istiyordum diyor. Müzikle tanışıncaya kadar böyle ilerlemiş süreç ancak onunla tanıştıktan sonra işler değişmeye başlamış. Nereden geliyoruz ,niçin bu haksızlıklar soruları üzerinde düşünmeye başlaması bu döneme rastlıyor.


John Lennon’ın ‘’İşçi Sınıfı’nın Kahramanı’’ şarkısı bu sorgulamanın önünde yeni bir ufuk açtı ve buradan hareketle Norveç okullarında yetiştirilen ve kendi geçmişlerinden nefret etmeyi öğrenen Sami çocukları ile ilgili bir şarkı yazdım diye ekliyor.



Şamanizm


Müziğimde Şamanizmi hissediyorum ,geçmiş kültürümle bu yolla içiçe geçebiliyorum.Bu ruhani bir alan bir çeşit trans ve insana kendini çok iyi hissettiriyor.Çok güçlü bir enerji veriyor bana.Geçmişten süzülen bu inançta ruhunuzu  iyileştiren ögeler var.Bunu sözcüklerle ifade edemiyorum ,müziğimle dile getirebiliyorum diyor.


1980’lerin başındaki “Gula Gula “albümü bir manifesto aslında kimliğin açıkça ortaya konuluşu.Kapağında kar baykuşunun sarı gözleri ve geleneksel kıyafeti ile geçmişten gelen bir Sami,bir şaman var karşımızda…



Gula Gula:
Yaratanların sesini dinle
Duy
Sana dünyanın kirlenmesine nasıl izin verdiğini soruyorlar
zehirlenmesine
tükenmesine
nereden geldiğini hatırlatıyorlar
duyuyor musun?
Dünyanın annemiz olduğunu
Onun yaşamını alırsak
Bizimde onunla öleceğimizi
Tekrar hatırlatıyorlar
Duyuyor musun?

Geleneksel Sami şarkılarının merkezinde Joik vardır . Joik bazen sözlü bazen de sözsüz olarak bir kişiyi veya bir yeri tanımlamak için insan sesinin bir enstrüman gibi kullanıldığı bir müzik .Mari parçalarından ancak birkaçının geleneksel joik tarzında tanımlanabilir olduğunu fakat  bu tarzın çok belirgin olarak tüm müziklerinde yaşadığını ,her zaman bunu içinde hissettiğini söylüyor. Hıristiyan ilahilerle bile harmanladığını söylüyor joik tarzını.

Dengeyi kurmanın zorluğundan dem vuruyor.Protest bir çıkışın ardından Samilerin ezilmişliğine karşı duruş diğer bir riski de beraberinde getirmiş; içe kapanma ve karşıtından beslenen ve yeniden üretilen milliyetçilik. Mari ,Samiler içinde de milliyetçi gruplar var  ve ben milliyetçiliği sevmiyorum diyor. Geçmişiyle gurur duymak kabul edilebilir ancak gururla kibir arasında ince bir çizgi var ,milliyetçilik bu çizginin ötesi .’’Biz sizden daha iyiyiz’’ noktasına gelirseniz, karşı durduğunuz baskıcılardan,kolonicilerden farkınız kalmaz diye ekliyor.

Boine grubu Sami kültürünün izlerini sürüyor bunu yaparken Hintli üstad Subramaniam’ın öğrencisi Güney Afrikalı Carlos Quispe, kemancı Hege Rimestad gibi müzisyenlerle diğer kültürleri içine alan,dünyaya açılma kaygısı taşıyan bir çizgi izliyor.

Mari  sahnede sarı gözlü kar baykuşunun kanatlarında geçmişini, atalarını müziğinde hissederken vücut dili ve sesi bir Şaman’ı getiriyor gözlerimizin önüne. 

Tüm insanların aynı dili konuşuyor…



10 Ocak 2012 Salı

Apopse Thelo Na Pio (Bu Akşam İçmek İstiyorum)


Bu akşam içmek istiyorum
sonrasinda artik hiçbirseyi hatirlamamak
Dumanin içinde esir düşmek
ve sonuclarıdan korkmamak

Bu aksam içmek istiyorum
sınırlarımın ötesine geçmek
Dumanin içinde günah çikartmak
yitip giden düşlerim için.

Sigaralarla yanacak
içkilerle sönecegim
Şimdi özlemine düşmüşken
kül olsun artik herşey.



Bu akşam içmek istiyorum
herkesin ve herseyin üzerini çizmek
Dumanın içinde ortadan kaybolmak
arkama dönüp bakmamak...



HARIS ALEXIOU

4 Ocak 2012 Çarşamba

İç içe





Gözlerin bakarken içime
Dünya yuvarlak diyor
Sen ne kadar koşarsan koş
Gelip yine bu noktaya varacaksın
O an belki de, yerde yatarken sen
Gözlerim bakacak
Senin baktığın gibi
İçine…